Biz Üç Kişiydik; Tolga, Koray ve Ben. Ha Sonradan Cdci Abiler Geldi

İnternetin şimdiki gibi yaygın olmadığı, en ufak erotik derginin bile bulunmasının imkansız olduğu yıllar... Ortaokuldayım. O dönem pornoyla ilgili içeriklere sahip olmak gerçek bir saygınlık gerekçesi, adeta statü belirtisiydi. Bizim dönemimizin en saygın kişisi ise "Sinan"dı. Çocuk, koca sınıfı, hatta okulu şimdi gitsem fellik fellik arasam o kalitede bulamayacağım porno dergiye boğmuştu. İlk başlarda arkadaşımız olduğu için dergileri hediye eden, al sende kalsın diyen Sinan, cd dönemiyle birlikte işi ticarete dökmeye başlamıştı. İkiye alıp dörde, üçe alıp altıya, dörde alıp eşşeğinsikine satıyordu. Çantasında porno dergi ve cdler için bölmesi bile vardı. Sinan adeta çıldırmıştı. Ceketine cd koyup "gençler cd lazım mı" diye sormaya başlayacak seviyeye gelmişti. Bu egemenliğe son verme zamanı gelmişti. Ekibimi kurdum ve planıma koyuldum.

Sinan'ın porno cdleri Tahtakale'den aldığı bilgisi kulağıma gelmişti. İşyerimiz Tahtakale'de olduğundan bir sabah babamla birlikte dükkana gitmem yeterli olacaktı.

-Baba yarın ben de senle gelebilir miyim dükkana. Hem yarın tatil.
-Gel oğlum da napcaksın orda. Sıkılırsın akşama kadar.
-Tolga'yla Koray da gelecek. Sıkılmam. Koray forma alcakmış, gezeriz.
-Okey my son.

Cevabını aldıktan sonra anlam veremesem de planımın kusursuzluğunun farkındaydım. Odama gidip birkaç dakika kötü adam gülüşü yapıp, bir müddet de ellerimi sıvazladıktan sonra ekip arkadaşlarıma haber verdim. Pek bi ruhsuz olduklarından onlara da kötü adam gülüşü yapıp ellerini sıvazlamalarını, bunun bir ritüel olduğundan bahsettim.

Sabah olmuştu. Tahtakale'deydik. Korsan her şeyin, çeşit çeşit sahte cinsel güç haplarının, pornoların, şambrelden bozma prezervatiflerin mabedi Tahtakale... Las Vegas'a gitmiş üç aval gibi büyülenmiş şekilde curcunayı izliyorduk. "cd var cd var" sesleri, "24 saat kesintisiz ereksiyon abi" seslerine karışıyordu. Kalabalığa karışıp cdcilerin önünden geçmeye başladık. Her biri bizi baştan çıkarmaya çalışan fahişeler gibiydi. Ve bizi etkilemek için kullandıkları kelimeler 4 aşağı 6 yukarı aynıydı: zencili, japon, hayvanlı... Bir cdcide karar kıldık ve en çekingen, konuya uzak halimizle konuşmaya başladık:

-Abi film alcaktık da biz.
-Gençler çok süper filmler var. Hepsi yeni geldi. İnanmazsın sincap karıyı düdüklüyo.
-Biz daha çok insanlı film arıyoduk.
-Gelin benle.
-Nereye gelelim abi. Buraya getir işte filmleri.
-Lan deterjan mı alıyosunuz. Sivil polis kaynıyo buralar. Gündüz gözü nereye getiriyorum. Takip edin beni.

Polis lafını duyduktan sonra az biraz gerilim alsak da kararlıydık ve tırstığımızı ne onlara ne birbirimize belli ediyorduk. Bir hanın içine girdik. Sağdan bir yerden bir poşet yahut koli çıkartıp bize hadi seçin diyecek sanıyorduk. Bir kat merdiven çıktık. İki, üç, dört... Dörtte durduk bi odaya girip birine bir şeyler söyledi ve konuştuğu kişi de bize katıldı. Beş derken altıncı katta, yani çatı katında durduk. Sıfır abartıyla söylüyorum: Yarım kapı, yarım kapılı bir yerin önündeydik. Kapının yalnızca alt tarafı açılıyordu. İçeri eğilerek girdik. Kapı ardımızdan iki kez kilitlendi. Artık ne denli tırstığımız google earth'ten bile görülecek seviyeye gelmişti. Hepimizin adı Yusuf'tu.

Küçücük, basık, küf kokan bir odanın içindeydik. Odanın tam ortasında yalnızca bir masa, 3 "kafa-dar" ve 2 cdci... Şöyle bir huyum vardır: ne zaman nerede olursam olayım, orada olabilecek her şeyi düşünür(doğal afet, hırsız dalması, kamyon girmesi v.b.) herkesi sıfır hasarla o konumdan çıkarabilcek bir çözüm bulurum kafamda. Kendimi bildim bileli var bu. Bir orangutan götü büyüklüğündeki kırık camı gözüme kestirdim. Aklıma gelen en müthiş çözüm: "Abi sikcekseniz Tolga'dan başlayın, yumurta gibi çocuk"tu. Gerilim hat safhadaydı. Arkadaşlarım sinek vızıltısı şeklinde sürekli olarak "senin mını ırzını sikim, senin yüzünden düştük buraya, mınakodumunun" diyorlardı. Bense içimden "bunlar bizi şimdi siker, kameraya kaydeder, sonra da bize satarlar" diye düşünüyordum. Masanın iki gözünden poşetler dolusu cd çıkarıldı ve masanın üzerine yığıldı.

-Seçin. (adamın krallığındaydık ve bize emretme hakkına sahipti)
-Hımm, evet bunu alalım, bi bu, bi tane de bu. bu kadar yeterli. (rahat davranmaya çalışıyorduk ama korkudan elimiz ayağımız boşalmıştı. ve bu gerçekten çok erken bir boşalmaydı)
-Daha da seçin. (yarabbim nasıl bir yere düşmüştük biz. tepemizde iki adam bize emir vererek porno cd seçtiriyordu)
-Koraycım sen de seç. Tolga sen de bunlardan al biraz (iyice yavşak olmuştum. abi ben alıyorum, arkadaşlar almıyor mesajı veriyordum)
-Sen şunları al, sen de şunları, al sen de şunlar. Fiyatı da şu. Yeter Bu kadar.

Dedikten sonra emrettiği gibi cdleri alıp, 6 katlı hanı 20 saniye gibi bir sürede inmiştik. Hanın önündeydik. Elimizde tam 45 adet cd vardı. Tezgah açıp cd olayına girenlerin bu işi nasıl bulaştıklarını daha iyi anlıyordum. Teselli ödüllerimiz: Okulda başkalarına iteleriz, takas yaparız, negzel arşivimiz oldu gibisinden şeylerdi. Bi dünya cdyle, onca gerilime rağmen akşam saatine kadar kıpır kıpır dükkanın içinde dolandıktan sonra evlere gidip ilk işimiz cdleri denemek oldu.

Cdnin birini takıyorum, makine cıvızıt diye bir ses çıkarıp okumuyordu. Ötekini takıyorum, saatlerce boş boş dönüyordu. Bi öteki hiç ses çıkarmıyordu. 15 cdnin içinden iki tanesi çalıştı. İçlerinden birinde Atıf Yılmaz'ın "Nihavend Mucize" isimli filmi. Ötekisi ise "Mickey Mouse"tı. Porno filmlere neden mikili film denildiğinin de cevabını bulmuştum. 1 gün içinde resmen aydınlanma çağı yaşıyordum. Ben eski ben değildim. Mickey Mouse filmini vcd player'a koydum. Türkçe bile değildi. Kulağını siktiğimin hayvanı dedim kapadım.

Telefon çaldı. Arayan Sinan'dı. Aldığımız filmlerin içinden neler çıktığını sağolsun arkadaşlarım sayesinde duymuştu. Kötü adam gülüşü yaptı. Bir sıvaz sesi duyuyordum. Zannedersem elleriydi.

Kutsi Atdöven - Bir Halk Kahramanı

Merhaba, ben Kutsi Atdöven. Sizlere önce kendimi tanıtayım. 67 yaşındayım. Yaşımın 27, 43 olduğu da görülmüştür. Emekliyim. Emeklemeyi bırakalı yıllar oldu. Kelime esprisi yapmayı çok severim. Elime espri yapmayı hiç sevmem, çünkü çok kötü kokuyor. En sevdiğim renk turkuazdır. Çünkü turku, çok az bulunan nadir bir renktir. Esprili bir yapım var. Şaka yapmayı ve arkadaşlarımı şakalarımla eğlendirmeyi çok severim. Sizlerle en son yaptığım şakayı paylaşmak isterim. Arkadaşımın kulağına uyurken maydanoz sapı sokmuştum. Arkadaşım uyurken kulağına sokmadım. Ben uyurken arkadaşımın kulağına soktum. Bence bu çok komik. Boş zamanlarımda reebok marka eşofman takımımı giyer dünyayı kurtarırım.

ciyuv ciyuv ciyev

-Hanım alarm çalıyor. Bir yerlerde bana ihtiyacı olanlar olmalı. Çabuk eşofman takımımı getir.
-Yeni yıkadım, ıslaklar daha.
-Hımm o zaman, bu maceranın sonuna geldiğimiz anlamına gelir.

3 iş günü sonra

-Hanım bugün yemek hazırlama. Bu sıcaklarda yenmiyo hiç. En güzeli karpuz peynir. Kilo da aldı başını gidiyo zaten. Sağlıklı beslenmek lazım.
-...
-Ya da şöyle güzel bi kızartma yapsan, üzerine yoğurt döküp yesek soğuk soğuk.
-...
-Bak şimdi canım karnıyarık çekti. Yanına pirinç pilavı, cacık. Balkona da sofrayı kurd...

ciyuv ciyuv ciyev

-Hanım ben çıkıyorum. Bir yerlerde bana ihtiyacı olanlar olmalı.
-Gelirken markete uğra.
-Ne alayım?
-Tazeyse meyve al, bi kilo da salatalık. Buruş buruşlardan alma, eve dolduruyosun çürük çarık şeyleri.

15 dakikalık metro, 26 dakikalık aktarmalı otobüs yolculuğundan sonra bir kafede...

-Ne oldu gençler bir sorununuz mu var?
-İnanmıyorum. Kutsi Atdöven bu. Eşofman takımındaki göz alıcı zıt renklerden tanıdım.
-Ta kendisiyim. Evet sizi dinliyorum.
-Benim şimdi eski çıktığım çocuğun şimdiki çıktığının eski çıktığı bunun şimdiki çıktığım çocuğun eski çıktığının şimdiki çıktığı benim çıktığım çocuğa "senle görüşcez" diye mesaj atmış. O da beni arıyo, açmıyorum kaç dakikadır telefonu. Napcam ben yaa...
-Hımm çabuk bana yarım kilo can eriği getirin.

7 dakika sonra

-Gnam gnam şorp şap şup eriği tam bu mevsimde yiyeceksin. Gurpşep şap papaz olunca da güzel oluyo ama o zaman da şlap şup gnam ekşiliği gidiyo, daha tatlı oluyo. Şlap gnam papazdan sonrası da yumuşuyo, sulanıyo falan şorpp gnam hiç yenmiyo o zaman. Şimdi tam mevsimi. Nerden aldın bunu şlap gnam.
-İki sokak yukarıdaki manavdan
-Belli. Meyveyi gnam şlap şorppps manavdan alacaksın. Marketlere istifliyolar gnam şlap kalitesiz meyveleri. Tuz istesene garsondan şlap gnam gurp bundan sonrasını tuzlayıp yicem. Sen sade mi seversin, yoksa tuzlayarak mı tısısısı kehehe gnam şlap şurp.
-Ben pek yemem erik.
-Erik yenmez mi ya. Neyse ben kalkıyorum. Kendinize iyi bakın.

Ve şehrin ışıkları,
gökyüzünü yalandan aydınlatırken,
evine gidiyordu Kutsi Atdöven...

Gökyüzünden Görülebilen Devasa At Yarrağı

Ortaokulda sergilediğim hafızalardan silinmeyen gürgen ağacı performansımdan sonra; eğitim öğretim hayatımın bir bölümünü tiyatro, gösteri, hoppidi türü şeylerden kaçarak geçirdim. Aslında dekoru devirmem dışında başarılı bir gürgen ağacı sayılırdım ama bu başka bir yazının konusu. Şu an anlatmak istediğim farklı bir şey.

Lisemizin 19 Mayıs etkinliklerine katılacağını duymuştum. Beden eğitimi hocası, sınıflara girerek hangi sınıfların etkinliğe katılacağını söylüyordu. Gidip çalışkan sınıfları seçeceğini, bizim gibi sınıfının tavanında ayakkabı tabanı izi olan bir sınıfa uğramayacağını düşünüyordum. Derken bizim sınıf da seçilmişti. Sakinliğimi korudum, nasıl olsa elemelerde saçma sapan hareketler yaparak kendimi seçtirmezdim.

Beden dersinde elemeler yapılmaya başlamıştı. Çok sevgili orospuçocuğu beden hocamız basit komutlar vererek yapamayanları eliyordu. Çok zeki olduğumdan dediklerinin tersini yaparak eleneceğimi düşünüyordum. "Sağa dön" diyordu, ben pat sola dönüyordum. "Sola dön" diyordu, ben pat sağa dönüyordum. Hata yapanları tek tek eliyor, ben hala orada duruyordum. "Sola çark" diyor, slalom yapıyorum, "sağa çark" diyor pike çekiyorum, "uygun adım marş" diyor amuda kalkıyorum ama olmuyor, olduramıyordum. En son hocanın "kalanlar 19 Mayıs etkinliğine seçilmiştir" lafını duyduktan sonra ufak çaplı bir nöbet geçirerek yanına koştum. "Hocam ben o kadar hata yaptım, bence elenmeliydim, pek bilmiyorum ben öyle şeyleri" derken hocamın lafımı keserek mağrur bir bakışla söylediği şey; "senin orada olmanı istiyorum Hoanes"di. Adam duygusal film moduna girmiş; elin delisiyle, manyağıyla mı uğraşıcam diyip ardıma bakmayan bir yolcu gibi gittim.

Stadyumda oturup karton tutarak yazı yazarız, onda da en fazla ölü piksel olmak gibi bir saçmalığa imza atabilirim diye düşünürken; gösteride stadyumun ortasında figürler sergileyeceğimizi öğrendiğim anda içimde tek bir korku belirdi: tayt. Figür yapacaksan taytın olacak hacı dayı. Tayt giydirilecekmiş lafları iyiden iyiye okulda dolanmaya başlamıştı ki, korktuğum başıma gelmedi ve kıyafetlerimiz gayet normal eşofmanlardı. Yeter lan bitsin artık bu gerilim, ne olacaksa olsun diye ortalarda dolanırken, bir sabah çalışmalara başlamak için stadyuma gideceğimiz söylendi.

Sabahın köründe otobüslere toplaşıp Şile'de, ismini bilmediğim bir stadyuma doğru yola koyulduk. Stadyuma varmıştık. Çok sevgili orospuçocuğu hocamız etrafında bizi topladı. Çıkaracağımız şemaya göre dizilimlerimizi yaptı. Ve yapacağımız figür ortaya çıkmıştı: At olacaktık! Bir sürü adam toplaşıp at yapacaktık. Sevgili devlet erkanları stadyumun tepesinden bize baktığında "bak ne güzel at yapmış gençler" diyecekti. Sabah televizyonunu açan teyze tepeden çekilmiş kamera görüntülerini görüp bizi at sanacaktı. Çok sevimli bir at olacaktık. Çalışmalara başlamak için stadyuma girdik ki, arkadaş o ne giriş. Stadyum değil sanki cennetten bir parça. İçerisi alabildiğine yabana atılmayacak güzellikte kız doluydu. Sonunda burada olabilmek için kendime bir amaç edinmiştim. Birkaç günlük ar-ge çalışmalarımdan sonra gözüme kestirdiğim bir afet-i devranla doğaçlama konuşmaya girdim:

-kıyafetin ne kadar güzelmiş.
-teşekkür ederim. kelebek.
-efendim?
-kelebek diyorum. kelebek kostümü bizimki.
-çok güzel bir kelebekmiş ya. canlı renkli, mini etekli falan. çok güzel cidden.
-sen ne yapacaksın gösteride.
-at olacağım.
-nasıl at?
-binek at.
-at da çok güzel. provaya gidiyorum ben şimdi. bitince görüşürüz.

Gel zaman git zaman kelebekle samimiyetimi ilerletmiştim. Lakin daha fazla kaynaşamadan 19 Mayıs günü gelip çatmıştı. Gösteri zamanıydı. Sıram geldiğinde stada çıkıp at olacaktım. Sonrasında ise kelebeğimi alıp gidecektim. Çok sevgili orospuçocuğu hocamız komutu verdi ve birbirimize kenetlenmiş bir şekilde stada giriş yaptık. Enteresan figürlerle stadyumun ortasına ilerlemiştik. Bulunduğum yer; tam olarak atın cinsel organının olduğu yerdi. Şaha kalkma hareketimize geçiş yapılması için ikinci komut verildi ve yavaş yavaş ilerlemeye başladık. Tam o esnada kelebeğim yanımdan geçerek gülümsedi ve o gülümsemeye cevap olarak el sallamaya yeltenmemle beraber önümdekilere takılarak yana doğru yere kapaklandım. Stadyumun tepesinde şaha kalkmış at izlemek isteyen devlet erkanlarına, televizyon başındaki teyzelere şaha kalkmış bir atla birlikte ereksiyon olamamış bir cinsel organ izletiyordum.

Kelebeğim gözlerimin önünden uçup gidiyordu...

Belki gürgen ağacı olamamıştım ama artık kusursuz bir at yarrağıydım.

Irvid Malov'un Acılarla Bezeli Macerasız Hayatı 2

“Vur gardaş sazın teline zım zım zım zım zımey, o yar yanımda yok iken yaşamak neme lazım” sesiyle yatağından irkildi Irvid. Dünün yorgunluğu, şiddetli migren ağrısından arda kalan küçük ağrı parçaları, istenmeyen misafir gibi vücudunun en güzel koltuğunda gerneşiyordu. Eski, ahşap, rutubet almış bir dolabın kapağını açar gibi gözlerini ağır ağır, gıcırdayarak açtı. Küçük sıfatının yannda büyük kalan, küf kokulu, zeytuni renkteki odasında güne yalnızlığını selamlaşarak başladı. Güçsüz ellerinin arasına zayıf başını alarak “tanrım bu ne kadar gürültü” diye içinden geçirdi. Kapısının önündeki düğün telaşı tüm hızıyla sürüyordu. Penceresinden aşağı bakarak “Ne için bu uğraş, telaş, taşkala. Kendinize itiraf edemeyecek kadar mutsuz ve yalnızsınız aslında. Düğünleriniz, törenleriniz, gülen fotoğraf kareleriniz… hepsi ama hepsi maskeniz. Birbirinize sokulmadan bir hiç, yalnız olmayı beceremeyecek kadar korkak ve acizsiniz” diye söylendi ve güçsüz bedenini yatağına bıraktı.

Bu basit canlılarla aynı atmosferi daha fazla paylaşmamak için intihar edip silinmeyi düşündü. Donuk gözleriyle odasınının dört tarafına bakındı. Eski püskü, iki gözlü bir komodin, yaylarının boyu birbirini tutmayan bir yatak, boyunun yarısı uzunluğunda bir nevresim, tek ayağı diğer üç ayakla uyumsuzluklar içinde yaşayan aksak iskemle, içeri ışık alma konusunda başarısız, küçücük bir pencere, deyimlerin aksine yalnızca kendi dibine ışık veren bir gaz lambası ve 3 domuzcuk hikayesinde kapıları üfleyerek yıkan kurdun yıkmaya tenezzül dahi etmeyeceği ahşap kapı… İntihar edecek bir ip ya da bir kutu dolusu ilacı bile yoktu. Gri ötesi, insan pisliği desenli nevresimini gaz lambasının gazına bulayıp boynuna geçirdikten sonra yakıp komodinin üstünden atlamayı düşündü. Hem yanıp hem boğulacaktı. Ölümü bile diğer ölümlülerden farklı, gösterişli olacaktı. Bu fikrini çok beğenip kendiyle bir kez daha gurur duydu. Harekete geçmek için yelendiğinde “amaann kim uğraşacak şimdi o kadar şeyle, yarın dinç kafayla intihar ederim” diyip hazır ayağa kalkmış güçsüz bedenini merdivenlere doğru yönlendirdi. Niyeti, neredeyse akşam saatine kadar hiçbir yiyecekle buluşmamış midesine, hala hayatta olduğunu anımsatacak birkaç parça ekmek almaktı.

Kapının önündeydi. Düğün başlamıştı bile. Renk renk asma ışıklar geceyi aydınlatırken, meyve kasalarınını bu geceki görevi; bulunduğu mevkiye göre tabure yahut masa olmaktı. Tam bir sokak düğünüydü. Kalabalığı gözleriyle tepeden bir süzdü. Dans ismi altında birbirine kur yapan hayvanlar gibi anlamsız figürler sergileyen insanlar, etrafta bağırarak koşuşturan çocuklar, oynayan kişileri dünyanın yedi harikasını izlermişcesine izleyen ağzı çerez kokulu yaşlılar… “Avamsınız” dedi Irvid sessizce kalabalığa bakarak. Tam bakkala doğru yönelecekken yanına, kemikleri abaküs yerine rahatlıkla kullanılabilecek, zayıflıkla hiçlik arasında gidip gelen, gözünün feri akmış, kirli, siyah, ürkek bir köpek ilişti. Irvid dizlerinin üzerine eğilip köpeği kucağına alıp “sen ne güzel bir köpeksin böyle, gel beraber yiyecek bir şeyler alalım” diyip kalabalığa karıştı.

O basit canlıların bir tanesine dahi temas etmemek için kıyıdan köşeden gitmeye çalışıyordu Irvid. Birden durdu. Kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Gözleri tek bir noktaya takılıp kalmıştı. Gördüğü, mahallenin en güzel kızı Larislana’dan başkası değildi. Ah Larislana, okyanus yeşili gözlü, kendinden rujlu dudaklı, selvi boylu, upuzun altın sarısı saçlı, buğday tenli Larislana… Mahallenin tüm erkeklerinin hasta olduğu, uğruna minimal savaşlar çıkarılan, güzelliği dillere Odissea…

“Nerdesin lan yine kaç gündür topaç” lafıyla ve ensesine yediği tokatla kendine geldi Irvid. Bu yılışık hareketi yapan kişi kendini Irvid’in arkadaşı sanan Miryalov’du. Cevap verme zahmetine girmeden yoluna koyulmaya çalışan Irvid’in önünü kesti Miryalov. “Yav tamam hemen bozulma hassas terazim benim. Bak ne güzel düğün var, eğlenmemize bakalım. Al şu bi bardak votkayı da kendine gelesin” dedi Miryalov. Irvid’in kesin bir dille “İçmiyorum” cevabı öyle havada kalmıştı ki o arada iki su bardağı votkayı tek seferde içivermişti.

Daha iki bardak votkayı hangi ara içtiğini anlayamayan Irvid, kendini birden halayın içinde bulmuştu. Deli gibi halay çekiyordu. Çıldırmıştı. Larislana’nın da halayda olduğunu gören Irvid, bulunduğu yerden kopup ansızın Larislana’nın eline girdi. Omzunu Larislana’nın omzuna var gücüyle yaslayıp “haa kirveme haaa” diye bağırıyordu. Larislana’nın gözüne girebilmek için halay başının mendilini kapıp, önünde mendilini iki eliyle tutup fırfır şeklinde sallayarak yere çömelip kalkıyordu. Irvid, çığırdan öyle bir çıkmıştı ki aradaki mesafeyi kapamak imkansız hale gelmişti.

Tek dizini yere koyup, elindeki mendille yerleri süpürme hareketi yaparken “zalımın kızı Lariilililili” zılgıtının desibeli en yüksek noktasında omzunda bir el hissetti. Müzik kesildi. Elin sahibini görmek için yavaş yavaş arkasına döndü. Takım elbiseli, iri yarı 5 adam, Irvid’e doğru bakıyordu. Eli Irvid’in omzunda olan adam:

-Kardeş sen gelsene biraz, senle bir şey konuşalım.
-…

Bir Sürü Kelimem Var Cümle Adayı, Yan Yana Gelmemek İçin Direnen

Bundan tam 14 yıl 8 saat önce, tam bu an...
Çaresiz… güçsüz… korkmuş…
Bir çocuk,
Kollarında az önce top oynadığı arkadaşının ölü bedeni.




En güçlümüz, en görkemlimiz, en variyetlimiz bile o kadar aciz ki gerçeğin karşısında. Bir hiçiz aslında. Sıfıra yakın bile değiliz. Yırtıcılar tarafından saldırıya uğramış otoburlarla aramızda, dandik bulmacaların en arka sayfasındaki basit 7 fark bile yok. Birimiz yakalandığında ötekilier izliyor, birkaçı belki bir şeyler yapmaya çalışıyor, çoğu ağlıyor.


Güneşli bir ağustos. Sıradan bir gün. Sabahın erken saatlerinde uyanıp bol göğüslerini balkon mermerlerinin üzerine koyan teyzelerlerle, hiçbir işi olmadan bütün gün kahve önünde betonarme yapıları izleyen amcalar yerlerini çoktan almış. En sevdiğim futbol topumu koltuk altıma alıp dışarı çıkıyorum.

Sokak ıssız. Hava sıcak, çok sıcak. Gölge bir duvarın dibinde, ayağımın ucuyla topu, ufak ufak duvara vuruyorum. Sesi kulaklarımda yankılanıyor. Pat, pat. Gözlerimi kısıp etrafa bakıyorum. Yeşille sarı arasında bir rengin ortasındayım. Derken arkadaşlarım iniyor aşağı futbol oynamak için. Ben Serhat’layım. Çünkü en iyi onla anlaşıyorum. Çünkü en iyi o biliyor topu nereye atacağımı. Çünkü aynı anda aynı şeyi düşünebiliyoruz. Maçımız bitiyor. Tabi ki biz kazanıyoruz. Dedim ya ben Serhat’layım.

Bisikletlerimize atlayıp iki sokak aşağıya iniyoruz misket oynamak için. Serhat önden gidiyor. Birinci sokağı geçiyoruz. Bisikletin sesi kulaklarımda. Yokuş aşağı inen her bisikletin sesinden çok farklı. İkinci sokağa doğru giriyoruz. Serhat arkasını dönüp gülümsüyor bana doğru yemyeşil ufacık gözleriyle birlikte, bir elini kaldırıp “hadi” diyor.

Derken gökyüzünü yırtan bir fren sesi. Sanki saatler süren 3 saniyelik bir an. Koca kamyon, küçücük bedene vuruyor gözlerimin önünde. Dünya dönmüyor. Her şey ağır çekim. Sadece nefes alıp verişimin ve kalbimin atış sesini duyorum. Dünya yok. Koşuyorum yanına. Korkuyorum.


Bir sürü kelimem var cümle adayı... Yan yana gelmemek için direnen. “Serhat” diyorum sadece başı kollarımın arasında. “Serhat kalk n’olur. Serhat eve geç kalıcaz. Serhat kalk. Serhat pantolonun yırtılmış, annen çok kızacak. Serhat misketlerin. Serhat misketlerin her yana dağılmış.”

Büyük bir uğultu duyuyorum. Bir sürü anlamsız harf. Bir olup kalabalık olmaktan başka hiçbir işe yaramayan insanlar. Beni tutup sürükleyerek kalabalıktan dışarı doğru çekiyorlar. Tırnaklarımı toprağa takıyorum. Avucumun içi; çakıl taşı, toprak dolu. Bir de misket, parıldayan renk gibi. Bir duvarın dibinde tanımadığım teyzeler bana bir şeyler söylüyorlar.

Geçecek diyorum kendi kendime, gözlerimi sımsıkı kapayıp açıyorum. Birazdan geçecek. Bu… bu sadece, uyanmakta geciktiğim çok kötü bir rüya. Başımı dizlerimin arasına alıp içimden uğurlu sayımdan geriye sayıyorum, gözlerimi acıtana dek sıkıyorum;
7, 6, 5, 4, 3, 2, 1.

Uyanamıyorum.


Tam şu an...
Yorgun… sıkılmış… donuk…
Bir adam,
Elinde üzerine kan sıçramış bir misket, arkadaşından yadigar kalan.


Kapıyorum gözlerimi…
Uyuyamıyorum.

Sağır ve Dilsizim :(

Sağolsun çalışanlarımız aynı anda tatil iznini kullandığından, bu yaz ense ve tatil ikilisini yapmak yerine işe gidiyorum, çalışıyorum, ışıldıyorum. Bu ve bunun hakkındaki detaylar başka bir yazının konusu. Birkaç gün önce işten çıkıp, en acilinden okuluma gitmem gerekti ve taksi çağırdım:


-iyi günler abi, x üniversitesi.
-okuyor musun?
-evet abi. (kısa ve net cevaplar, aman muhabbet uzamasın)
-okumak gibisi var mı? zamanında keşke okusaydık. (geliyo geliyo süper geyik geliyo)
-doğru abi. (profesyonelce her muhabbeti tıkıyorum)
-misal, senden evvel iki Rus karısı aldım, Laleli'ye bıraktım (lan misal ne? nerden geçtik bu konuya)
-evet abi (zorunlu onaylama, zira adam yola değil gözlerimin içine bakıyor)
-arkaya oturdular. ikiside mini giymiş, dağ gibi karılar. biri sarışın biri esmer. (bkz: tasvir)
-(delicesine susuyorum, abi daha da şevkleniyo)
-ben tabi aynadan kesiyorum, esmer açtı bacaklarını (afedersiniz elini vajina şekline getirir ve bana döner) ancuğu gözüküyo, bızırı titriyo araba çukurlara girdikçe gavurun, belli ki yeni müşteriden gelmiş. (ben böyle dönmüş bir çift göz görmedim)
-(susmanın yanında pısıyorum da artık)
-9 yaşında kızım var, önlük aldım geçen gün misal (abi hakiki manyak, bağsız geçiyo konudan konuya)
-(ben yokum, beni geç)
-böyle anlatıyorum ama babayım ben de. (vallahi korkuyorum lan) şimdi bunları anlatınca okulu bırakıp taksici olmak istemeyesin (aaa espiri, du gülim)
-yok abi ehe mehe (sempatik gözükeyim)
-öhörömöhöröeheöeehohohhsss (güldü)
(derken ani bir fren, uzun bir korna sesi, öndeki arabaya çarpmaya ramaklardayız. taksici abimiz kafayı camdan uzatır...)
-ananınbacınınkarınınkundaktakibebeğinçocuğununyengenilalalalalalalalalalalalalalalsiktiminin (küfürler nirvanası)
(içeri girer, hımmssss sesiyle birlikte)
-pezevenkkk.
-evet abi.
-sana demedim yeğenim.
-yeğeninim.


Aman taksici bana sarmasın, başıma ağrı koymasın derken başıma en fenası geldi ve bi daha da binmem lan taksiye diye kendi kendime söylendim taa ki 1 gün sonrasına kadar. Sabah altıda yattığım ve sabah altıda uyandığım bir gün yine iş yerindeyim. Göz kapakçıklarımın aralığı tahmini 3mm. Dünyayı kırık televizyon ekrarından izliyoum. Ve bunun üzerine 1 konteyner mal geldi ve tırı boşaltmak durumunda kaldım. Güneşin alnında saatler süren tır boşaltma olayından sonra(tır büyük olduğundan geç boşalıyo) akşam oldu. Deli gibi yorgundum ve eve gitmeye can atıyordum. Arabanın salak bir arızası yüzünden tamirciye bırakmak zorunda kaldım. Yine taksiye mahkumdum. Lütfen lan bu seferki manyak çıkmasın, zaten yorgunum başım ağrıyo, katlanamam iç sesleriyle duraktan taksi çağırdım. Taksiye bindim ve 2. dakikada taksici başladı:


-Haftasonu karıyı çocukları aldım Ağva’ya gittim. Denize girdim bin pişman oldum. Sol kulağıma su girdi, çıkmıyo abi iki gündür. Duraktan arkadaşlar arıyor dalga geçiyor, o duyamaz diye. Makarası olduk çoluk çocuğun. Geçer di mi abi bir iki güne?

(yola bakıp hiç sesimi çıkarmadım)

-Aslında var ya hiç gitmeyecektik Ağva’ya. Hem uzak hem sahili pis, kalabalık, denizi de çok dalgalı valla ben bi tat alamadım. Kadınlar falan denize giriyor, elbiseleriyle. Aslında ıslanınca kıyafetleri vücuduna yapışıyor, daha fazla dikkat çekiyor. Halbuki mayo giyseler kimse dönüp bakmayacak. Sen Ağva’ya gittin mi abi hiç?

(yola bakmaya devam ettim)

-Taksicilik İstanbul'da yapılacak meslek değil. Hırlısı var hırsızı var, sarhoşu var, trafik desen ayrı dert. Her gün binbir türlü sorunla uğraşıyorsun. Ben aslında The Marmara Otel'de muhasebede çalışıyordum, erken emekliye ayrıldım. Çocuğun sorunları oldu, okuldu şuydu derken para yetiştiremez oldum. Evi sattım, şimdi taksicilik yapıyorum. İnsan ne oldum dememmeli, ne olucam demeli. Yarınımızın garantisi yok ki. Sen ne işle meşgulsün abi?

(Baktım adam susacak gibi değil, cebimden aypok’umu çıkarıp yazmaya başladım):

Sağır ve Dilsizim :(

-Abi valla özür dilerim, bilemedim ki birden. Nerden anlayacak insan. Tipinden de belli olmuyor ki. Peki abi doğuştan mı, yoksa allah muhafaza bir kaza falan mı geçirdin. Gerçi doğuştan sağır oldun mu dilsiz de oluyosun zannedersem. Çünkü hiçbir şey duymuyorsun ya, e haliyle de konuşamıyorsun. Abi hiç unutmam bizim komşumuzun oğlu…

-Hay abini sikeyim be güzel kardeşim, hay ben senin abini sikeyim.

Canın mı Sıkkın Senin?

Dünyanın yüzde doksan dokuzunda olduğu gibi sabah uyandığında; huysuz, sinirli, ters olan birisiyim. Ama bu cumartesi öyle güzel uyandım ki, üst kattaki çocukların sabahın köründe tavanı delme çalışmalarına bile “haylazlar sizi” diye tepki veriyordum. Camımı açtım. Ne boğucu bir sıcak, ne donduran bir soğuk… Kusursuz bir hava, mükemmel bir dinginlik vardı. Kuş sesleri duyuyordum. Böylesine güzel bir güne, güzel bir kahvaltı yakışırdı. Genelde üşendiğimden bir iki kahvaltılık malzeme çıkarırken, bu sefer dolapta ne varsa çıkardım. Omletler, pankekler, egg in basketler hazırladım kendime. Masaya oturdum ve ekmek olmadığını fark ettim. Normalde ekmek yerine geçebilecek şeyleri gözüm ararken –galeta, kuru pasta, sunta, ansiklopedi- bu sefer hiç erinmeden üstümü giyip kendimi dışarı attım. Hem bu vesileyle hava da almış olurdum.

Apartman görevlisine, güvenliğe, komşumuzun sürekli zırlayan sümüklü piç çocuğuna, kaldırımlara, dağa bayıra günaydınlar saça saça bakkala gidiyordum. Allahım kafayı yemek üzereyim, bu ne güzel bir sabah lan. Neşe pınarı olmuş akıyordum. Bakkala girip Sebahattin abiyle şakalaşıp atıştıktan sonra birbirimizi gaza getirip bir el de tavla attık. Normalde 3 yaşındaki çocukla bilek güreşi yaparken bile hırslanan, kazandıktan sonra “nası koyduma am çocuğu göd” diyen ben, kaybetmeme rağmen neşeliydim. “Akşama uğra da vereyim yine koltuğunun altına emaneti” dedi ve polo şekerimi ben giderken fırlattı. Şekeri yakalayıp ellerimizi aynı anda eyvallah manasında birbirimize kaldırdıktan sonra şekeri ağzıma atıp, az ötede top oynayan çocukları gözüme kestirdim.

Aralarına dalıp hepsini tek tek çalımlayıp, beşlik çaktıktan sonra kaleciyi de geçip topu çizgide durdurdum. Dönüp arkama baktım. 8 tane çocuk durmuş beni izliyordu. Dizlerimin üstüne kapaklandıktan sonra yerdeki topa kafa atarak golümü yazıp “Rooonaldoo ronaldo ronaldo mükkemmel bir golll” diye bağırarak eve doğru yöneldim. Ne kadar arkamdan “lan amınakoduğum sikti attı oyunu, yavşağın evladı, divane galiba” gibi sözler duysam da sözlerin hepsi kulağıma “allamm ne kral fitbolcu(göz bebekleri japon çizgi filmlerindeki gibi büyümüş ve titrek şekilde) 10 saniyede inanılmaz etkilendim ve hemen idolüm oldu(eller yüreğin üzerinde kenetlenmiş şekilde) olarak geliyordu.

Eve girdim. Kahvaltımı ettim. En dingin parçaları playlist’e attıktan sonra kitabımı aldım ve uzandım. Tam kahvemi yudumlayacakken telefonum çaldı. “Efendim. Uzanıyordum öylece. Herhangi bir planım yok. Olur, bir saate kadar oradayım o zaman. Görüşürüz.” Uzandıktan sonra çişim gelse “neyse yarın yaparım”, deprem olsa “kafama yastık koyayım bari” diyen ben, hiç düşünmeden arkadaşlarımla buluşup bir şeyler içmek için dışarı çıkıyordum. Yola koyuldum. Yoldayken sırasıyla “biz kellogs cocopops is-te-riz” “var mı nazo gibisi” “dabi dabi mısır çerezi” cingıllı reklam müziklerini icra ettim.

Olanca neşem ve sanki götüme kelebek kaçmışcasına kıpır kıpırlığımla buluşacağımız yere vardım. Bir iki hoşbeşten sonra arkadaşıma telefon geldi ve yarım saate kadar bir yere gitmesi gerekti. Bol jöleli, kuyu dibi siyahlığında kıvırcık saçlı, her an depresyona girme ihtimali olan, dilini pek anlamadığım Pelin’le başbaşa kalmıştım…

-İşte ben de ona dedim ki “sen asıl kendine bak” bu bir bozuldu, bir suratı düştü, görmelisin.
-Cidden çok acayip, kaliteli laf sokmuşsun. Tebrik ederim Pelin’cim.
-Aaa dur bak aklıma ne geldi. Bak şimdi sigaranı böyle dik tutup yukarı aşşağı yapınca eğer dumanı halka olursa “O” seni düşünüyor demektir. Yapsana öyle bi.
-Kim beni düşünüyor Pelin’cim?
-Ya yapsana sen
-(Hay sen sabır) al bak yapıyorum çıkmadı halka malka. Bu teoremin sahibi rüzgarı hesaba katmamış zannedersem.
-Hıı olmadı cidden. O zaman bak şey yap; sigaranın filtresini böyle ovala ovala sünger kısmında bi harf çıkıcak. Bakalım “O” kişinin isminin baş harfi çıkacak mı?
-Kimin isminin baş harfi Pelin’cim?
-Ya yap sen. Bu arada az önce soracaktım neyse dedim. Canın mı sıkkın senin?
-Yoo gayet iyiyim, o da nerden çıktı. Ovalıyorum ben bu izmariti.
-Ovala da... bilmem sanki bir şeye canın sıkılmış gibi geldi bana.
-Pelin, sapı sökülecek izmaritin bi bok çıkmıyo işte.
-Ovala sen biraz daha ben görüyorum çıkıyo bir şeyler. Böyle moralin bozuk ama söylemiyor gibisin. İçine atma.
-(Cin çıkacak amınakoyim hala harf diyo) gayet iyiyim Pelin’cim. Bak ne güzel sigara izmariti ovalıyorum, mis.
-Bana her şeyini anlatabilirsin. Senin sorunun benim sorunum. Yardımcı olurum ben sana. Aaa bak harf çıktı işte. “P”ye benziyo. “P” hatta.
-(Yarrağa benziyo, nerde lan “P”) Ben göremedim pek Pelin’cim. Neyse kalkayım artık ben de. Sonra görüşürüz zaten.
-Bi sorunun, sıkıntın olduğunda çekinmeden bana anlatabilrsin. Hayat değmez ufak tefek şeylere canını sıkmaya.

Koşar adım bulunduğun yerden çıkıp eve doğru yola koyuldum. İçimde nedenini bilmediğim bir sıkıntı vardı. “christopher nolan nolan, boynunda urganın olam, eğer başka yar seversen, buralarda nasıl duram, sivasınnn yollarınaa” diye içimden türkü söyleyip kendimi neşelendirmeye çalıştım. Olmadı. Eve yaklaştım. Ebesinin taraçası yokuşunu indim, pes cafeyi geçtim, bakkalın önünden geçerken, Sebahattin abi:

-Hoanes’im gel de tavlayı vereyim koltuğunun altına keh keh.
-Sebahattin abi allaşkına siktirgit başımdan. Zaten canım sıkkın...

0900'lü Hatları Aradım (Ses Kaydı) - Sahte Alet

5 gün önce formsikrink denen soru sorma şeysinde "hiç 900'lü hatları aradın mı" diye bir soru gelmişti. Aramamıştım ve o an, daha önce neden aramak aklıma gelmedi hiç diye de şaşırdım. Çünkü lahmacuncuyu arayıp komşuya 50 lahmacun söyleyen, rastgele bir numara çevirip karı kocayı birbirine düşüren, ibo şov'dan arıyoruz "faraş seti" kazandınız diyip koca aileye sevinç naraları attıran biri 900'lü hatları çoktan aramış olması gerekirdi. Araştırdım biraz ve öğrendim ki 900'lü hatlar kapanmış. Neyse kısfmet değilmiş dedim ve unuttum, taa ki dün gece show tv'nin gece reklamlarında denk gelene kadar. Numarayı aldım ve aradım. Sonlarına doğru danalar gibi gelen gülmemi kasmaktan ense köküme ağrı girdiğinden kapadım maalesef. Eserimizin adı: Sahte Alet



Haftaya da kameramı alıp geneleve gidem. Eksik kalmasın.

edit: zannedersem grooveshark'ın engellenmesinden sonra içeriğe erişemeyenler olmuş. şuradan ulaşabilirsiniz: http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/35936/0900lu-hatlar-ses-kaydi---sahte-alet

Hırsızla Burun Buruna Geldim (Deli Kürek)

Tam olarak 14 yaşındaydım. Kesin sayı verebiliyorum çünkü doğum günümün ertesi günüydü. Aylardan kasım ve kasım ayına yakışır şekilde soğuk bir hava vardı. Evde yalnızdım. Annem komşuya gittiğinden fırsat bu fırsat diyip okul döneminde kanepenin altına konulan atarimi çıkartıp Snowbros oynayamaya koyuldum. Topaçtan bozma, hacıyatmaz kılıklı, maraş dondurmacısı kıyafetli karakterle kar atıp düşmanları kar topuna dönüştürüyordum. “Ciyuv ciyuv” diye rutin atari seslerinin arasından “gırç” diye bir ses duydum. Snowbros böyle şeyler yapmazdı, hiç adeti değildi. Onun olayı ciyuv üzerineydi. Biraz duraksadım. Oyunuma devam ettim. “Tıkırıç” diye bir ses duydum. Ses kapıdan geliyordu…

Kapının önüne gittim. Delikten baktım. Aranın ışığı yanmadığından hiçbir şey göremedim. Geri çekildim. Ne yapacağımı düşünürken kapı birden tüm şiddetiyle sallanmaya başladı. Lan lan lan hırsız! Kapının kilidiyle uğraşıp açamayınca zor kullanmaya başlamıştı. Daha geçen gün üst katımız kapısı komple yamultularak soyulmuştu ve zannedersem bu şiddete geçtiğine göre evde kimse yok sanıyordu. Televizyona son ses verip evdeyim lan ben imajı mı vermeliydim yoksa bir yere mi saklanmalıydım. Polisi arasam acaba sesimi duyup “polisi bu işe katmaycaktın” diyip götümü keser miydi? O an orada düşünme bulutunun içinde master yoda belirip; “Polonya milli marşı oku evlat” dese hiç düşünmeden elimi kalbimi üstüne koyup, uzaklara bakarak “mazurek dabrowskiegoa” diye yüksek sesle marş okumaya başlayabilirdim. Aklıma dedem geldi. Alt katta oturuyordu. Dedemi aradım. En kısık sesimle:

-Dede!
-He torunum, aslan torunum...
-Dede, kapının önünde galiba biri var.
-He torunum, aslan torunum, yiğit torunum...
-Dede, yukarı gelebilir misin?
-Dedesi kurban olsun aslan torununa.
-Dede, bari aranın ışığına yak adam kaçsın ya da göreyim delikten dededeeeeğ…
-Koç torunum benim…

Dedem mantar olmuştu. Dedemi es geçip harekete geçmeliydim. Planım hazırdı. Aniden kapıyı açıp elimdeki sert nesneyle adamın kafasına vurup bayıltacaktım. Öncelikle sert bir cisim bulmalıydım. Mutfağa gittim. Çekmeceleri tek tek açtım. Bıçak olmaz. Genç yaşımda katil olmak istemiyordum. Böyle vurmalık bir şey olmalıydı. Oklavayla vursam? Ya adam çok iriyse belinde kürdan kırmış gibi olursam. Oklava da kötü fikir. Tava? tava da çok komedi filmi tadında. O da olmaz. Mutfakta aradığım silahı bulamamıştım. Kardeşimin oyuncakları arasına daldım ve aradığım silahı bulmuştum: Ebatı tam bir beyzbol sopası büyüklüğünde, ucu hafif yamulmuş olsa da sertliğini halen muhafaza etmekte olan plastik, yeşil kürek.

Kendime gaz verme maksatlı, içimden “hayda rinna rinna rinna rinanay” diyerek Deliyürek şarkısını söylemeye başladım. Düşmana korku, dosta güven salıyor muyum diye son bir kez aynaya baktım. Şeker Kız Candy tadındaydım. Son kontrollerimi yaptım:

Özgüven: Maksimum.
Attack: 98
Korku: Hı hı.
Kapıyı açarken bağırılacak cümle: Noluyo lan burda!

Hazırdım. Derin nefes aldım. Kapıyı açtım. Fırladım ve bağırdım: La Noliyyy!

Karanlığa doğru bir kere bile küreğimi sallayamadan ayağımın altında bir sıcaklık hissettim ve kayıp göt üstü düştüm. Bir koku geliyordu. Ayağa kalktım. Işığı yaktım. Boka basmıştım. Düşmemle birlikte iyice boka bulanmıştım. Karşımda kapının eşiğine sıçmış ve sıçtığı boku kapıyı, eşiği tırmıklayarak kapamaya çalışan bir kedi duruyordu. Bi süre birbirimize baktık. Şiddetli bir rüzgar esti. Kapı ardıma kapandı. Elimdeki boklu küreği sinirimden kediye fırlattım. Kedi pırrr uçuverdi. Sesi duyan dedem kapıya çıktı.

-Aslan torunum?
-Miyav.

Hoanes Tatilde (Ayşecik Tatilde Tadında)

Takribi 1 haftadır ne internete giriyorum, ne televizyon izliyorum, ne bir şey okuyorum. Hiçbir gelişmeden, olaydan haberim yok. Pırıl pırıl, şeker gibi kafam. Dünya bana güzel. Tatile çıktın mı her şeyden izole olacan, bunu bilir bunu dillerim. "Lan insan yapmadıklarını değil, yaptıklarını anlatır" diyosan, zaten bu yazı da biraz öyle. Önceki yazdıklarımdan biraz farklı. Biraz tatile çıkmış köşe yazarı tadında olabilir. O kafaya girersem dürtün ben kendime gelirim. Eğer 1 haftamı 1 günmüş gibi anlatırsam:

Hani tatillerin, yazlık yerlerin, tatil sonrası anımsatıcı bir şarkısı olur ya, misal 98 senesinde Kumbağ'a gitmişsindir de "oynama şıkıdım şıkıdım" şarkısını duyunca birden Kumbağ'ın krokisini kafanda çizersin, sokaklarını, diskolarını hatırlarsın gibi. Marmaris'i bana anımsatacak olan şarkı zannedersem olabilecek en sikko şarkı (hala kafamın içinde çalmakta) Ben de istiyorum ki Mor ve Ötesi'nden - Güneye Giderken olsun, nebileyim bu aralar radyolarda sık sık çalan, Demir Demirkan'ın - Aşktan Öte'si olsun. Ama ben bir apaçi, bir gurbetçi şarkısına tutuldum a dostlar, canlar, cananlar, yarlar, yaranlar. Yazının bu bölümünü şarkıyı fon müziği olarak okursanız her şey daha da anlamsızlaşacak. Lanet şarkı da hemen şurada bir yerde:



Kahvaltı ve öğle yemeği karışımı öğünümüzü yemek için gayet şık ve nezih bir yerde oturuyoruz. Böyle yumuşak, dingin parçalar çalmakta. Derken birden o şarkı duyuluyor; "olamaz olamaz sensiz yarim" Bu ne la diye gülüp geçiyoruz, kendimizce tespitlerde bulunuyoruz. Yok efendim İsmail YK liderliğinde falan filan, yok efendim şu kesim aslında bunları seviyor, şu tür insanların duygularını anlatmasına yardımcı olan şeyler... Böyle bi burnu kalkık sosyolojik tespitler. Daha sonraki uğrayışlarımızda da denk geliyoruz bu şarkıya ve "dalga geçilen şarkının dile dolanması" hastalığıyla karşı karşıya kalıyoruz. Banyoda, arabada, gece kulübünde, denizde, sevişirken, tepişirken... Her yerde bu şarkı dilimizde. Delirme seviyesinde söylüyoruz. Nakarat kısmını bitirir bitrmez arkadaşlarım rap bölümüne giriyor, o ara uzaklara bakıp hüzünlü hareketler yapıyorum. Kendimize geldiğimiz ara tekne turuna çıkıyoruz:


Tekne turuna gidenler bilir, gitmeyenler için özet geç fitch: koy koy gezip yarım saat duraraktan koylarda çeşitli aksiyonlara falan giriliyor. Zıplıyosun hopluyosun falan. Gerçi yaşlandım mı, adrenalinim mi azaldı bilmiyorum. Eskiden türlü taklalar atan ben, balıklama atlayamadım teknenin üstünden. Top oldum topaç oldum suya düşerken. Neyse. Şimdi tutup rehber gibi anlatmayayım. Fotoğrafa gelirsem ön tarafta Koreli ruh hastası vatandaşlar var. Elbiseyle suya giriyorlar görüldüğü üzre. Burası belgeselci ses tonuyla okunacak - Korelilerin suya kıyafetleriyle girme sebebi, bronz ten istememelerinden. Bronz ten, onların düşüncelerine göre düşük gelirli insanlara ait bir ten rengi. İşçi sınıfı güneşin alnında çalışır ve broz tenli olur, zengin kesim ise kıyafetlerle plazalarda çalışıp süt beyaz ten rengini korur. - Burası belgeselci ses tonuyla okunacak. Böyle mallar işte. Eğer fotoğrafa tıklayıp büyütürsek detaylarda meraklısına bir adet İngiliz götü bulunmakta. Gece hayatı nasıl lan buranın asıl mevzuya gel dersen:



Evet videoda pikseller sayılıyo ama gece kulübüne(içimdeki disko deme aşkı bambaşka) de kamera götürmeyeyim di mi. Bi de onu mu taşicam, kendimi zor taşıyorum. Her neyse kulüp güzel. Gecenin ilerleyen saatlerine doğru herkesin zıvanayla arasındaki mesafeyi açmasıyla bir sıcaklık da oluyor. Peki ben buraya gitsem sevişki ihtimalim kaç dersen; mal veya beceriksiz değilsen %89 derim. Şöyle söyleyeyim: Masamızda arkadaşımla bir müddet sallandıktan sonra, videoda da görülen ışıklı bir yer var tepede, insan silüetlerinin olduğu, oraya çıkak dedik ve çıktık. Mal mal hareketler yapıyoruz. Apaçi dansı deniyoruz. Olamaz olamaz sensiz yarim şarkısını söylüyoruz. Derken önümüze 1.10 boylarında mini elbiseli, İspanyollara benzeyen bir kız geldi. O an kulüp yönetimi gelse "beyler müziği durdurun, haber aldık birazdan buradaki en çirkin kız birden ölecek" dense lak diye önümüze yığılırdı. Anam bu bir kıvırtıyor, bir zıplıyor, bacağını atıyor. Durup durup önümüze geliyor, giderken gülüp gözlerimize bakıyor. Sürtünüyor gidiyor. Parmağının ucuyla pıt yapıp gidiyor.

-Lan deli galiba bu. Yazık günah bu napıyo böyle.
-Hoanesim işve yapıyo işte.
-Midem kalktı lan, o nasıl işve öyle. Çiftleşmeye çağıran üveyik kuşları bile daha seksi.
-Ben yazarım abi buna, çirkin mirkin anlamam.
-Lan çıtayı bu kadar düşürme, yarın öbür gün çalıya çırpıya sürterken bulmayayım seni.
-Gittim abi ben.

Dedi ve cidden gitti arkadaşım kızın önüne. Ben gidip konuşacak ya da birlikte dans edecek sanarken birden elinden tuttu ve önüne çekti. Ve o an, tarihi göt oluş anı: kız, elinin tersiyle arkadaşımı reddedip arkasını dönüp dansına devam etti. Resssmen kişi üzerinden ego tatmin etmişti. Kralıydı o an oranın kız. Ver elini öpek hanım ağam, bilememişiz desek yeriydi. Ha sen bunları anlatıyosun böyle de sen naptın dersen, yazıyı kısa kesmek zorundayım zaten bu yüzden. Rabushka yengeniz bekliyor şu an. Öyle sabırlı ki, canım yaa, kıyamam...

Sen Çok Büyük Orospu Çocuğusun Atari

Özledim çocukluğumu,

İlkokul yıllarında ders sonrası önlüğü yaka paça çıkartıp kapının önünde top oynamayı özledim.
Annelerin, teyzlerin, ninelerin kapı önlerinde oturup dedikodu yaparken, çekirdek kabuklarından kaldırımlara hasırlar yapışını özledim.

Kızmasalar topumuza, gidin başka yerde oynayın demeseler inan keyif almazdık o kadar. Su sarkıtırdı annem sepetten, Gökhan salatalığını yerdi. Maç aralarda salatalık yiyen arkadaşın yoksa bilmezsin ikili mücadelelerdeki bostan kokusunu.

Geceleri oynanan saklambaçlar... Kamyon römorklarında köşe kapmacalar... Belki de ilk etkilenmeler karşı cinsten... Hayat bize zarar veremeyecek kadar silikti.

Derken atari çıktı, inanılmazdı ama sadece seyretmekle yetindiğimiz televizyona müdahele edebiliyorduk.
Adama git diyorduk gidiyordu, zıpla diyorduk zıplıyordu. Kusursuz bir köleydi. Bir çeşit büyüydü. Topumuzdan, saklambaçımızdan eksik kalmadık tabi, ama daha az görüşmeye başladık. Zira kodumunun Mario'sunu hoplatıyorduk ve Mario prensesi kurtarmalıydı. Mario'nun cinsel hayatı artık bizden soruluyordu.

Bi de tabanca vardı, ekrana tutup ördekleri vurduğum.
Ördekler sanki anamı sövmüşlercesine öldürüyordum. 1 ördek bile ölmese kanımız yerde kalacaktı.
Arkadaşlarım mı? Görüşüyorduk tabi ama evlerde, çünkü Shredder'ın ebesine sıçmaya and içmiş tosbağalardık artık.
Anneler de bize mi özenmiş olsa gerek o kadar dışarılarda oturmaz olmuşlardı, evlerde toplaşmaya başladılar.
Derken Sega olayı daha da tetikledi. Tabi ki maçımızı ediyorduk. Keza Sega'nın görüntüsü çok gerçekçiydi.
Playstation'a hiç girmiyorum, doğa üstü bir şeydi. İnanabiliyor musun adam bana vuruyor ve joystick'im titriyordu.

Teyzeler, nineler, anneler mi? onlar evindeydi. Dizileri vardı izlemeleri gereken.
Arkadaşlarımla görüşmüyordum eskisi kadar, Bilgisayarım vardı artık.
Bu, büyümenin ritüeli miydi? Yoksa gerçekten bir suçlu aranmalı mıydı?

artık ne kaldırımlarda çekirdek kabukları vardı,
ne de burnumda salatalık kokusu...
içimde zerre yoktu çanak çömleğin patlama korkusu,
zaten römorkun bütün köşeleri boştu...

Hepsi biraz suçluydu ama bunu başlatan atariydi, tüm suç onundu. O, bütün küfürlerin en güzelini hakediyordu.
Bir yerlerde olmalıydı, bir yerlere koymuştum atarimi...
Buldum. Kurdum. İçinde topu topu 10 tane oyun olan 1000lik kaseti taktım. Tabancamı elime aldım.
Ördekleri tek tek vuruyordum. Bir tanesini bile kaçırmamalıydım. O pis köpeğin sırıtışını görmemeliydim.

Kaçırırsam...

Kucağımda 24lü Tuvalet Kağıdı, Önümde Audi Q7, Erik Yiyordum

Az önce markete gittim. Hatta terim hala kuyuk sokumumda. Arkadaş bu ne sıcaktır. Neyse esnaf gibi havalar çok sıcak, iş yok muhabbetine girmeyeyim. Meyve falan alacaktım. Meyvelerin olduğu reyona doğru yöneldim. Kucağında yoğurt, pırasa, kepek ekmeği, yufka, pirinç, kola olan bir kadın bana doğru bakıyordu. Meyve reyonu, kadının olduğu tarafta olduğundan ona doğru gitmek durumundaydım. Dik dik bakmaya devam ederken birden "hımınzıs" dedi sessizce. Bana dememiştir diye yoluma devam ederken, ya daha yakın olduğumuzdan ya da sesini yükselttiğinden daha yüksek bir sesle "hımınzıs" dedi. Yanına doğru gittim. Bana mı dediniz dedim. En üst raftaki meyveli yoğurtları gösterdi. Kucağı çok dolu olduğundan alamadığını anladım. Rafa doğru uzandım, 4lü meyveli yoğurtları alıp kucağına bıraktım. "Teşhistır" dedi. Bi bok anlamadım. "Riebelşsta" dedim gittim.

Meyve reyonunun önündeydim. Erik seçiyordum. Erik konusunda çok hassasımdır. Her türlü tartışmada eriğin en güzel meyve olduğunu iddia eder ve her seferinde haklı çıkarım. Teker teker eriklerimi seçiyordum. En yeşillerini, en sertlerini poşete doldurdum. Yan tarafımda kiraz seçen; fedon tenli, zift karası saçlı, buz beyazı pantolonlu, 32 ekran gözlüklü kızın, telefondaki konuşmasına şahit oldum.

-Taaam, okey o zaman, sizin mekanda buluşuruz, kankalarını da kap gel.
(Bu cümleyi duydum. Tam olarak buydu. "XD" yaptım içimden. dinlememeye çalıştım, lakin kız bağrarak konuşmaya başlamıştı.
-Bil miiii yo rummmm.
(Henüz dizideki sistemler günlük hayatta olmadığından monolog olarak gidiyor tabi konuşmalar)
-Yaa seçemiyorum araba maraba. Ne yapacağımı bilmiyorum, gerçekten.
(Bunu duydum. Cidden çok zor bir durumda olduğunu anladım. Bundan sonraki monologlarda araya girmiyorum)
-Hayıııarrrr
-Seçemiyorum dedim sana.
-Ben yeni bi aşka hazır değilim.
-Şu an cidden sinirleniyorum, lütfen kapatalım.
-Bak çok kötü oluyarammm. Kirazları atıp gidicem buraya, seçemiyorum dedim.
-Kapatmak istiyorummmm.

Dedi ve telefonu kapattı. Kirazları poşetle beraber kiraz kasasının içine attı. Ve ağlayarak dışarı fırladı. O arada eriklerimi seçmiştim. Kirazlara doğru yöneldim. Kızın attığı poşete baktım. Bütün çürük ne varsa poşete toplamıştı. "Sen daha kiraz seçemiyosun, araba mı seçeceksin" dedim içimden. Kirazlarımı seçtim. Polo delikli nane şeker aldım. Kasaya doğru gidiyordum, telefonum çaldı. Tuvalet kağıdı da almam söylendi. Havlu peçete, zart zurtların olduğu reyona gittim. 6lı tuvalet kağıdı aradım, yoktu. 12li baktım, o da yoktu. Bir tek 24lü vardı. Mecbur 24lü aldım. Kasaya gittim. Ödemeyi yaptım, Tuvalet kağıtları poşete sığmadı. Kucağıma aldım.

Bir elimde erik ve kirazdan oluşan poşet, diğer elimde ise kucaklamış vaziyette 24lü tuvalet kağıdı vardı. Hava ebesinin amı derecesindeydi. Kapının önünde "hımınzıs" diyen manyak kadını gördüm. Hızlıca geçtim. Kirazları ağlayarak atıp giden kız, siyah bir audi(Q7)'nin içindeydi. Yüksek sesle gülerek; "Yaav bu süpeerrrrmişşş" dedi.

Tuvalet kağıdıma sıkı sıkı sarıldım. Poşetten bir erik aldım. Ağzıma attım. Ekşi ve kütür kütürdü. "Yaav erik süperrrrmişşşş" dedim...

28 Mayıs Dünya Sevişki Günü'nüz Kutlu Olsun

Şimdi bakıyorum bi dünya gün var. Sevgililer günü, anneler günü, ıdı günü, bıdı günü, bayramlar, resmi günler... Hangisini böyle canı gönülden, coşkuyla kutluyoruz. Ya gelenektir, ya ayıp olmasındır, aman hediye de alalım, büyüklerimize saygıdır. Bir tane bile yok lan böyle delicesine beklediğim, kutladığım bir gün.

Bu özel günler nasıl ortaya çıkar, kim uydurur, nedir diye hiç araştırmadım. Araştırmak gibi de bir niyetim yok. Zaten çoğunun bir olay benzeri bir şey sonrasında çıktığını, falanını filanını kulak dolgunluğumuzla biliyoruz. Peki bu yüzyılda ortaya çıkan, ilerde kutlanacak özel bir gün var mı? Bence yok. En azından başta bashettiğim gibi coşkuyla kutlayacağımz bir gün yok. Ama artık var: Dünya Sevişki Günü.

Taksim'de arkadaşlarımla oturuyordum. Bu özel gün fikrimi coşkuyla anlattım. Dedim ki: Şimdi çeşit çeşit tabularımız var. Çekincelerimiz, utangaçlıklarımız, reddedilme korkularımız... Bir dünya insani duygu. Bunların ortadan kalktığı bir günü hayal edin. Birini görüyoruz misal -kadın ya da erkek olmamız farketmez, cinsiyetçi bakmıyorum olaya- hoşlanıyoruz ve kendisi de isterse sevişebileceğimizi, yahut bu geceyi daha naif bir şekilde geçirebileceğimizi söylüyoruz. Karşımıdaki kişi de bu günün anlam ve öneminin farkında olduğundan ya kabul ediyor, ya da nazikçe başkasıyla sevişmeyi düşündüğünü söyleyip bizi reddediyor. Farkettiysen yine reddedilme var ama umrumuzda değil, çünkü bugün bunların olması normal. Hem bu özel gün sayesinde açılamadığımız kişlere de duygularımızı direkt olarak söyleme şansımız olacak, hem muasır medeniyet seviyesini sikip atacağımızı, hem de dünyacak ferahlayacağımızı belirttim. Zira insan denen canlının tüm düşüncelerinin temelinde seks yok mudur?

-Peki sevişki ne demek?
-Sevişki de, sevişmeye dayalı ilişki anlamına geliyor. Hani böyle sempatik bi isim. Tıpkı kurban bayramı'nın isminin "beyler bugün delirmişcesine hayvan kesiyoruz günü" olmaması gibi.

Arkadaşlarım bunun çok şahaneli bir fikir olduğunu, yalnız bu uğurda bir şeyler feda edilmesi gerektiğini, en azından "bakın gençler, şimdi misler gibi seksimizi yapıyoruz, yeri geliyor orgymizi çeviriyoruz ama bize bu günleri nice zorluklar çekerek bahşeden Hoanes'i ihtirasla analım" demeleri için açılışı yapmam, bu uğurda savaşmam gerektiğini söylediler.

-Bu yüzden gidip şu masada oturan aftetin dünya sevişki gününü kutlamalısı.
-Kutlarım lan n'olcak, medeni cesaret diye çok da güzel bi kılıfı var hem bu olayın. Ama yanındaki abiler sorun çıkarmasın?
-E madem bu bilincin yayılmasını istiyosun, onlar da bilmeli öğrenmeli bu günü. Ama sen yapamazsın ya, anca teori uydurursun.

"Ama sen yapamazsın, ama sen yapamazsın, ama sen yapamazsın, ama sen yapamazsın, ama sen yapamazsın..."

İnsan vücudunun 4'de 3'ü suysa, zannedersem benimkinin 4'de 3'ü gaz. Oradan atlayamazsın deseler; Hop atladım amınakoyim. Eline çivi çakamazsın deseler; Al çakıyorum hamınkıyım. Sülfürik asit içemezsin deseler; Al içiyorum amulogolulo... Böyle bir yapıdayım. Gaza geliyorum. Açıkcası gaza gelmeyi seviyorum. Ve bana sen yapamazsın dememeliydi, en azından denmemesi gerek.

Yerimden fırladım. Tuvalete gittim. Aynaya bakıp kendimi yokladım. Özgüven: maksimum. İnanç: yerinde. Hazır cevaplılık: kapak seviyesinde. Dudağın kenarındaki alaycı, muzip gülüş: ehehe. Tuvaletten çıktım. Masalarına doğru yürüdüm. Masalarının önündeydim. Diyaloğu etkileyici bir şekilde başlattım:

-Meleba.
-Ney?
-Meleba diyorum güzel bağyan.
-Sana da meleba güzelim. (yanındaki iki iri herife dönüp: biçare, deli galiba)
-Sizden çok hoşlandım ve bu geceyi sizle geçirmek istiyorum.
-Ahahayayy malsın?
-Çok ciddiyim güzel bağyan. Sizi bu gece zevk okyanuslarında kayıksız bırakmak istiyorum.
-Arkadaşlarımın seni dövmesini istemiyorsan bence hemen git.
-Beyefendiler, sizin ebelerinizi sikerim. Siz kim oluyorsunuz da beni dövüyorsunuz. Lütfen, istirham ederim.
-Dövün.
-Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol.
-Ne diyosun sen be.
-Ya bence beni dövmeyin.
-Ağzına vurun.
-Dünya Sevişki Günü'nüz kötlö olsön.

Reşat Nuri Güntekin'in Ölümsüz Eseri: Fırıncının Kızı

Daha önce Fırıncının Kızı adlı şeyi duymuş ama bir anlam verememiştim. Kimileri bunun bir kitap olduğundan bahsediyor, kimileri ise eski erotik bir Türk filmi olduğundan... Ama neden fırıncının kızı? Neden manav, kasap, bakkal değil de fırıncı? Esnafsa onlar da esnaf. Bu seks kokulu konuyu, fırıncının küreği ve ortamın sıcak olmasına bağlamış ve kafamda kapatmıştım. Taa ki 1 hafta öncesine kadar...

Her zamanki güzergahımda ilerliyordum. Ebesinin taraçası yokuşunu indim, pes cafeyi geçtim, fırının önündeydim. Lakin bugün bir değişiklik vardı. Suratsız, sanki sincaplar tarafından gün aşırı tecavüze uğruyormuş gibi duran amcanın yerine; Lolita filminden fırlamış, zannedersem yirmili yaşlarda, yaşıtım, saçlarını ayırıp kafasının tepesinde iki top şeklinde toplamış sevimli bir kız vardı. "buyrunhoşgeldiniznasılyardımcıolabilirim" dedikten sonra ekmeğimi aldım ve gittim.

Öncelikle şunu belirteyim; paranoyak ya da "pelin kesin benden hoşlanıyo" gibi şeyler düşünen biri değilim. Genelde aksini düşünürüm hatta. Derken günler dünleri kovaladı. Bizim fırıncının kızı, fırının önünden her geçtiğimde önlüğünü çıkartıp kapının önünde enteresan figürler sergilemeye, her ekmek aldığımda daha fazla konuşmaya, sorular sormaya başladı. İlgimi çekmek için ağzındaki sakızı tükürüp semi-vole şeklinde vurmaya kalkışıyordu. Para üstünü verirken ısrarla elimi uzatmamı bekleyip, bozuk paraları avucuma koyarken tırnaklarıyla etimi koparıyordu. Galetaları kırıp kafama atıyordu. İyice çığrından çıkmıştı. Ama ben hala "yeni taşınmış, canı sıkılıyordur kızcağızın, arkadaş arıyordur" şeklinde düşünüyordum. Yine gayet sıradan bir günde fırına uğradım:

-Buyrun hoşgeldiniz, nasıl yardımcı olabilirim?
-Eppeh vir.
-Şansınıza ekmekler de yeni çıktı fırından, sıcaklarından veriyorum.
-Vir.
-Tava mı? düz mü? susamlı mı? susamsız mı?
-Normal.
-Açma, poğaça, galeta, simit, kuru pasta ister misiniz?
-Yoh.

Derken gözüme ekmek rafının en üstünde, altın kemermişcesine duran tandır ekmeği ilişti ve bir de tandır ekmeği istedim. "Ya size çok zahmet olcak ama, benim boyum yetişmez. tabure burda değil. İçeri gelip siz alabilir misiniz?" dedi. Ve içeri girdim. Kollarımı rafa doğru uzattım. Tam ekmeği alıyordum ki, birden arkamda bir sıcaklık hissettim. Belime sıkıca sarılmış ve arkadan bana dayıyordu.

Taciz ediliyordum lan resmen. İlk kez tacize uğradığımdan ne yapacağımı bilemedim. Ekmeğimi alıp dışarı fırladım ve Hülya Koçyiğit gibi koşma kararı aldım. Ekmeğimden bir parça koparıp ağzıma attıktan sonra kollarımı iki yana açıp, bir sağ omzumu öne, bir sol omuzumu öne atarak sendeleye sendeleye apartmana kadar koştum. Asansöre bindim. Her asansöre binen insan gibi küçük ekranda artan rakamları büyük bir hayretle izledim.

Eve girdim. Yüzükoyun kendimi yatağa atıp, hüngür hüngür ağlayarak güzel bir final yapacağımı düşündüm. Yatağa doğru yaklaştım. Gerildim, gerildim... Uzun atlayacaktım. Ne kadar yüksek atlarsam o kadar gösterişli olacaktı. Ve gözlerimi kapatıp yatağa doğru atladım. Adeta uçuyordum. Bir müddet havada süzüldüm. Heidi'nin bayır aşşağı koşarkenki surat ifadesi vardı yüzümde. Kafamı komodine vurmamla Heidi'nin sapık dedesini gördüm. İçime doğru, sessiz sessiz ağladım...

Nerde erkek hakları amınakoyim.

Misafirliğe Gidilen Evde Porno İzlemek

Misafirliğe gidilmiştir. Ev sahipleri 50li yaşlarda, çocuk sahibi olmayan, mih mih mih sanat, hım hım hım tiyatro, meh met meh kültür tipinde; az biraz tonton klasmanında insanlardır.

Ebeveynler salonda; yaşları 12, 9 ve 5 olmak üzere 3 erkek çocuğu ise bir odada beraber salak saçma oyunlardı, satranç, dama, eşşeğin sikiydi derken canlar sıkılır ve film izleyelim teklifinden sonra televizyonda güzel bir şey bulunamamasının akabinde vcd player göze ilişir, açma düğmesine basılır, içinden üzerinde yazı olmayan bir cd çıkar. İzleyelim kararı alınır ve olaylar gelişir...

12: Ben. porno hakkında detaylı bilgi ve donanıma sahip. Merak maksimum.
9: Tanıdığın çocuğu. Bilgi ve donanım orta derece. Olaylara ilgili.
5: Küçük kardeş. Bilgi ve donanım sıfır. Porno ne lan?

Filmin yazıları çıkar, meraklı bir bekleyiş hakim olmuştur;

5: İnşalla komedi fiymidir.
9: Macera da olabilir.
12: Olabilir.

Filmin mekanı bir hastane odası. Renkler hafif puslu. Ana karakterler; dolgun bir bayan ve pileli kumaş pantolonlu bir erkek.

5: Komedi fiymi oysun da gülelim.
9: Macera daha iyi, heycan olur.
12: Olur.

Pileli bey dolgun hanımı muayene etmeye başlar. Konuşma yoktur, böyle hafif sıvazlar, okşamalar derken pileli bey dolgun bayanı öper...

5: Ya öpüşmeli aşk fiymi ya, sevmem ben aşk.
9: Belki kötü adamlar gelir kavga çıkar, aksiyon olur.
12: Olur. (lan yoksa?)

Pileli bey dolgun bayanın üstü çıkarır, göğüsler... ve sedyenin üstüne takatata, son ses...

5: Aaaa!
9: Aksiyon!
12: Olar!

Lann yarappim, beyin krizi geçircem 3 çocuk oturmuş elalemin evinde porno izliyorduk. En yetişkin olarak gidip kapatmam lazımdı. Hormonlarımın esiriydim. Bırakın beni hormonlarım, bırakın da gideyim.

12hormonlar: Ahoreyyy. Coş coş coş. Eyooo.
9hormonlar: Aksiyon. Macera. Heycan.
5hormonlar: !

Derken, uzun sessizliğimizden meraklanan ev sahibi içeriden gelir... Sesi duyan ben, kadın daha gelmeden anında filmi kapatır ve bir şeylerle uğraşıyormuş gibi yaparım.

Ev sahibi kadın: Ne de uslu durdunuz öyle. Sessiz sessiz napıyodunuz bakim?

5: "Poyno izledik"